Geri dön

SEDEF ÇİÇEĞİ

 

Karadeniz’in en sakin ama en inatçı insanlarının yoğun olduğu bir kentte, Samsun’un Lâdik ilçesinde kapıya dayanmış kışa rağmen büyük bir hareketlilik yaşanmaktaydı. Şehre yaklaşık 80 kilometre uzaklıktaki bu ilçede adliyenin önünde oldukça kalabalık bir insan topluluğu gözlenmekteydi. Her taraf seyyar satıcılarla dolmuştu. Öyle ki adım başı köfteci, kokoreççi, midye dolmacı, limonatacı çıkıyordu karşımıza.

Çok geçmeden kalabalığa sebebiyet veren kahramanları taşıyan araç göründü. Tam adliye kapısının önünde indiler araçtan.

Birbirlerinin yüzüne bakmayan ama aynı araçtan inen 80’li yaşlarda bir çiftti, onca insanı buraya toplayan. Ama ülkenin büyük, küçük, yazılı, görsel medyasını buraya toplayan ne olabilirdi ki?

Sormaya gerek yoktu aslında. 80 yaşına kadar beraber olmuş iki insanın ayrılığı tabi ki büyük haber değeri taşırdı…

Mahkeme salonundaki bu çiftin durumu içler acısıydı. Belli ki ilk kez girdikleri bu kapıdan geçerken oldukça ezilmişlerdi. Gururlu insanlardı. Ama inatçıydılar işte.

Recep dede, inatçı bakışlarla suskun, süzüyordu etrafını. Futi Nine'nin gözleri ağlamaktan iyice çukurlaşmış olmasıyla ve bıkkın bakışlarıyla dikkat çekiyordu.

Salondaki uğultuyu hâkimin tokmak sesi susturmaya yetmişti. Tarafların kendisini tanıtmasını istedi. Kimlik tespitleri yapıldı ve ilk sözü yaşlı kadına verdi hâkim…

“Anlat teyze. Neden boşanmak istiyorsun?”

Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra, gözünden dökülen yaşları tülbentiyle sildi ve ağlamaktan kısılmış sesiyle konuşmaya başladı.

"Bu herif yetti artık. Tak etti canıma. Altmış yıldır bezdirdi beni hayattan.”
Sonra uzunca bir sessizlik hâkim oldu mahkeme salonunda. Sessizlik bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu. Acaba davayı izleyen gazeteler nasıl bir manşet atacaklardı yaşanmış altmış yılın ardından? Ve resmin altındaki boşluğu doldurmak için neler üretilecekti belki de hiç yaşanmayan?

Yaşlı kadının gözleri doldu... Ve devam etti konuşmasına…

"Nasip kısmet değilmiş bana ana olabilmek. Yavrumuz olmadı altmış yıldır.  Bizim bir sedef çiçeği vardı sayın hâkim; çok sevdiğim. O bilmez. Altmış yıl önceydi. O çiçeği bana askerdeyken getirdiği çiçeklerin arasından kopardığım bir yapraktan tohumlamıştım. Öyle büyüttüm o çiçeği. Onu yavrum bildim. Onu besledim. Onu büyüttüm. Ama bir süreden sonra çiçeğim, yavrum kurumaya başladı. Gece sulanırsa iyi gelir demişlerdi. Allah’a çok yalvardım o zaman. Her gece güneş açmadan önce bir tas suyla sularım onu yeter ki kurumasın diyerek adak adadım.”

Önündeki bardaktan bir yudum su içip devam etti konuşmasına Futi nine.

“Yıllarca her gece suladım sedef çiçeğimi. Ta ki geçen geceye kadar. O gece takatim kesilmiş, uyuyakalmışım. Artık yaşlandım. Gücüm kalmadı. Şöyle bir düşünüyorum da altmış yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayayım demedi. Ne olurdu sanki bir kerede benim bildiğim görevlerden birini yapsaydı. Ben böyle bir adamla altmış yıl geçirdim. Hayatımı, umudumu, her şeyimi verdim. Ama ondan ufacık bir şey bile göremedim sayın hâkim. Onsuz daha iyiyim. Yemin ederim.”

Salondaki herkes öfkeyle Recep dedenin suratına bakıyordu. Mahkeme sonuçlanmadan suçlu olduğu tespit edilmişti aslında. Ya da öyle sanılmıştı…                     

Hâkim, yaşlı adama dönerek;

"Diyeceğin bir şey var mı Recep dede" dedi.

Yaşlı adam zaten baston yardımıyla zor yürüyebiliyordu. Kürsüye yaklaştı. O ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığı ile hâkime doğru yöneldi.

"Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım sayın hâkim. O zamanlar tüm mesaimi o çiçeklerin güzelleşmesi için harcadım. Futimle evliydik o zamanlar. Sedef çiçeğini de o bahçede tanımıştım. Ona olan özlemimi sedef çiçeklerinde giderdim. Ona en güzel çiçeklerden seçme buketler getirdim izne gittiğimde. İşte o çiçeklerden tohumladığı çiçeklerle doludur bahçemiz. Kokusuna taptığım kadın perişan eder yüreğimi.”

Dayanacak gücü kalmamıştı artık. İzin istedi oturdu sandalyeye Recep dede. Sonra devam etti konuşmasına.

“Daha evliliğimizin ilk günleriydi. Boyun ağrısı şikâyetinden hekime getirdim kadınımı. Hekim ; “Çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir, ileride daha da kötüleşir. Her gece uykusunu bölüp uyansın, gezinsin.”dedi.

“Bizimkisi hekimi pek dinlemedi. Benim de lafım geçmedi. Allah’ın işi bu ya; o günlerde tesadüfen bu çiçek kurudu. Ben de ona “Bu çiçeği geceleri sularsan kurtulur.” Dedim. Adak adattım. Her gece uyandırdım. Ve onu, yavrusu bildiği çiçeği sularken dakikalarca seyrettim. O bilmese de, her gece o çiçek ben oldum sanki sayın hâkim.”                            

Herkes şaşkınlık içinde söylenenleri anlamaya çalışırken devam etti konuşmasına Recep dede…

“Her gece o yattıktan sonra kalktım ve saksıdaki suyu boşalttım. Çünkü, sedef çiçeği gece sulanmayı sevmez. Geçen gece; yaşlılık işte, bende uyanamadım. Futi mi uyandıramadım. Ben çiçeğe yanmıyorum sayın hâkim. Çiçek susuz kalırdı ama kadınımın boynu yine azabilirdi. İşte bizim hikâyemiz sayın hâkim. Ama ben sesimi çıkaramasam da her zaman suçlandım. Olsun o benim kadınım. Yeter ki o iyi olsun…”

O an Mahkeme salonunda herkes, belki de zaman bile susup yerini derin bir sessizliğe bıraktı.               

Ertesi günkü gazete manşetlerini merak mı ediyorsunuz? 

“SEDEF SUSUZ KALDI.”

 

 

“ Dünyada her şey çarpışma etkisi ile yayılıyor. Güzellikler, kötülükler hepsi ama hepsi. Tek ihtiyacımız; sevgi ve kendine güven. Bu bir çocukluk nasihatidir biliyorum. Ve biliyorum hayat böyle yürümüyor. Olsun. Biz yine de umutla devam edeceğiz yaşamımıza.

Her şeye rağmen. Anlaşılma kaygılarımıza rağmen. Her ne kadar konuşursan konuş, konuştuğun karşındakinin anladığı kadardır felsefesini bilmemize rağmen…

Tam da bu felsefeye uygun bir hikâye… 

PAYLAŞ : Email Facebook Google Twitter