Geri dön

OSMANLI ASKERİ TEŞKİLATI

Osmanlılarda Askerî Teşkilât / Askeri teşkilatın icmali

 

Osmanlıların askeri teşkilatında Anadolu Selçuklulariyle İlhanlıların ve Memluklerin az çok tesirlerini görmekteyiz. Osmanlı kuvvetleri kapıkulu, eyalet, bunda hudut kuvvetleri de dahildir- ve deniz kuvvetleri olarak üç kısımdı.
 
Kapıkulu askeri, yaya sınıfından olan yeniçeri, cebeci, topçu ocaklariyle yine bir ocak halinde olarak atlı bölükler’den teşekkül etmişti; bu iki sınıf asker, hükümdarın şahsına mahsus maaşlı merkez kuvvetleriydi ve padişah nerede bulunursa onunla beraber bulunurlardı.
 
Eyâlet askerine gelince, hunlar başlıca topraklı veya tımarlı sipahi denilen suvarilerle yaya, müsellem, azab ve bir de Rumeli hudutlarında bulunan akıncılar’dan mürekkepti. Henüz ilk devirlerinde bulunan donanma hizmetinde de gemicilerle azaplar ve muharebe zamanlarında ise tımarlı sipahiler bulunurdu.
 
Bu ilk devirlerde Osmanlı devletinin henüz küçük olmasına ve geniş fütuhata yetecek askeri bulunmamasına mebni bu noksanı telafi için ilk istilalarından itibaren Bizans İmparatorluğu ile Balkanlarda hakimiyetleri altına aldıkları despotluklardan, prensliklerin kuvvetlerinden de istifadeyi düşünmüşler ve yaptıkları muahedelerle harb zamanlarına mahsus olmak üzere bunlardan muayyen mikdarda asker almışlardır. Bundan başka Haçlı ordularına karşı da pek dar zamanlarda Anadolu beyliklerinden de-nadir olsa da-yardım görmüşlerdir.
 
Osmanlıların askeri teşkilatında Kapıkulu ocaklarından evvel yaya, müsellem isimleriyle iki sınıf asker vücuda getirildiğinden dolayı biz de evvela o kuvvetlerden bahsetmek suretiyle bu teşkilatı göstereceğiz.
 
Yaya ve müsellemler
 
Gazi Orhan Bey, Osmanlı devletinin temelini atarken suvari olan aşiret kuvvetlerinin yerine veziri Alaüddin Paşa1 ile Kadı Cendereli Kara Halil’in tavsiyeleriyle Türk gençlerinden mürekkep ayrı ayrı biner kişilik yaya ve müsellem isimleriyle muvazzaf iki sınıf piyade ve suvari kuvveti vücude getirildi ve daha sonra ihtiyaç nisbetinde bunların miktarı arttırıldı; işte Orhan Gazi ile I. Murad’ın ilk zamanlarındaki muvaffakiyetlerini temin eden bu yaya ve müsellem kuvvetleriyle aşiret kuvvetleriydi. Yaya ve müsellemler’e muharebe zamanlarında ikişer akçe gündelik verilir, muharebeye gitmedikleri vakitlerde ise kendilerine gösterilmiş olan çiftlikleri2 ekip biçerek buna mukabil devlet hazinesine verecekleri öşür ve resmi kendileri alırlardı. Yaya ve müsellemler XV. yüzyıl ortalarına kadar bilfiil silahlı hizmette bulunmuşlar ve daha sonra Kapıkulu yaya ve suvarileri çoğalınca bunlar ordunun geri hizmetlerinde nakliyat, maden işletmeleri, kale inşaatı, tersane hizmeti gibi işlerde kullanılmışlardır.
 
KAPIKULU ASKERLERİ
 
Acemi ocağı
 
Rumeli fütuhatı gelişmeye başlayınca fazla askere ihtiyaç hasıl olduğundan bunun temini için Osmanlılar, muharebede esir düşen harbe elverişli hıristiyanları ilk zamanlarda kısa bir müddet için Türk terbiyesi üzere yetiştirerek onlardan bir askeri sınıf teşkilini düşünmüşler ve esirlerden beşte birinin devlet hesabına alınarak derhal tatbikine geçmişlerdir ki bu, yeniçeri ocağının başlangıcıdır.
 
Acemi ocağı ile yeniçeri ocağı teşkilatları 4. Sultan Murad zamanında Kazasker Cendereli Kara Halil ile Konyalı Molla Rüstem’in tavsiyeleriyle ortaya konmuştur. Yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için acemi ocağı ilk defa Gelibolu’da kurulmuştur. İlk esirler doğrudan doğruya bu ocağa alınarak bir akçe gündelik ile Gelibolu ile Çardak ve Lapseki arasında işleyen nakil vasıtalarında hizmet görürler ve sonra yeniçeri ocağına alınırlardı; fakat esirler fırsat buldukça kaçtıkları için bu usul değiştirilmiştir.
 
Yeni usule göre savaşlarda tutsak olan küçük yaştaki hıristiyanlar, evvela Anadolu’daki Türk köylüsünün yanına verilerek az bir ücretle hizmet ettirilir ve burada Türk ve islam adet ve an’anelerini öğrenip o hayata intibak ettikten sonra bir akçe gündelikle acemi ocağına kayıt olunurlar ve burada da bir müddet hizmetten sonra günde iki akçe ile yeniçeri ocağına alınırlardı. Gelibolu acemi ocağı sekiz bölüktü; esirlerden alınan bu çocuklara pençik oğlanı ismi verilmişti; buna da sebep hükumetin bu esirlerden beşte birini vergi olarak alması idi; eğer fazla esire ihtiyacı yoksa devlet hazinesinin istifadesi için esirlerin bedeli alınırdı; esirlerin çoğu akınlarda elde edilirdi.
 
Ankara muharebesinden sonra fütuhatın durmasına ve dahili mücadelelere mebni, esir alınamadığından kapıkulu kadrolarındaki noksanı doldurmak için ilk devirlerde Rumeli’deki hıristiyan tebeadan muayyen bir kanunla ve devşirme ismiyle münasip miktarda hıristiyan çocuktan alınmasına haşlandı. Bu çocuklar da devşirildikten sonra Anadolu köylüsünün hizmetine verilirler ve sonra acemi ocağına alınırlardı. Pençik ve devşirmelerden güzel ve tenasübe sahih olanları saray için ayrılırlar ve hariç saraylarda yetiştirildikten sonra padişahın sarayına verilirlerdi.
 
Acemi ocağı efradı yeniçeri ocağından başka cebeci, topçu ve tersane hizmetlerine de verilirler ve oraların ihtiyaçlarını da temin ederlerdi.
 
Acemi ocağı için tebeadan olan hıristiyan çocuklarının kanun dairesinde alındıklarını bir az yukarıda söylemiştik. Devşirme kanunu, ihtiyaca ve zamanın icaplarına göre görülen noksanları tadil edilerek tekemmül ettirilmişti. Kanun mucibince devşirme şöyle olurdu:
Devşirmeye tayin edilen memur, eline verilen fermanla kendisine devşirme mıntakası olarak gösterilen sancak ve kazalara gidip, mahalli kadıların ve sipahilerin yardımlariyle kazalar dolaşır ve kilise hey’etleri vasıtasiyle çocuk devşirirdi.
 
Kanun mucibince bir çocuğu olanın oğlu alınmıyarak babasının hizmetinde bırakılır ve birden fazla olanın bir tanesi alınırdı; alınacak çocuğun soy ve sopunun belli, iyi bir aileye mensup ve orta boylu olmasına dikkat edilirdi: kısa boylu ve köse ve san’at sahibi olanlar, şehir ve kasabaları gezip gözü açılanlar alınmazlardı. Devşirilen çocuklar içinde uzun boylu ve güzelleri varsa saray hizmeti için seçilirlerdi; alınacak çocuğun yaşı sekiz ile onsekiz arasında olacaktı.
 
Her mıntakadan devşirilen çocuklar, yüz elli, ikişer yüz kişilik sürü adı verilen kafileler halinde devlet merkezine gönderilerek eldeki defter mucibince iyice muayene edilip hüviyetleri tesbit edildikten sonra Anadolu’ya sevkedilirler ve zamanı gelince Galibolu ocağı’na verilirlerdi, daha sonraları Gelibolu ocağı yerine İstanbul ocağı kaim olmuştu. Ocağın en büyük subayı Gelibolu ağası idi.
 
Yeniçeri ocağı
 
Padişahın maiyyeti kuvvetlerinden yaya askeri olan yeniçeri ocağı, 1363′ de teşkil edilmiştir;
 
Balkanlardaki gelişmeler elde daimi bir yaya kuvvetinin bulunmasını icabettirmiş ve acemi ocağı ile bunun temeli atılmıştır. Hıristiyan esirleriyle devşirmeler acemi ocağında yetiştirildikten sonra iki akçe gündelikle buraya alınırlar ve sonra kabiliyet ve kıdemlerine göre bu gündelik artardı.
 
Kapıkulu ocaklarının en itibarlısı olan yeniçeri ocağı efradı muharebede hükümdarın bulunduğu merkez kolunda bulunurdu; muharebe zamanında hükümdar bunların arkasında ve ortasında at üzerinde dururdu. Sefere gidişlerde ve konaklarda yeniçeriler padişahın etrafında bulunup onu muhafaza ederlerdi.
 
Yeniçeri ocağı XV. yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya cemaat denilen bir sınıfta ibaret iken 1451’de sekbanlar’ın iltihakiyle iki sınıf olmuş ve sonraki tarihlerde de ağa bölükleri denilen üçüncü bir sınıf daha teşkil edilmiştir ki bunu kitabımızın ikinci cildinde göreceğiz.
 
Cemaat veya yaya bölükleri yavaş yavaş artarak yüz bir bölüğe kadar çıkmıştır. Sekban bölükleri de otuz dört bölük olmak üzere cemaat bölüklerinin altmış beşincisini teşkil etmiştir.
 
Her cemaat orta veya bölüğünün kendilerine mahsus oda denilen kışlaları, matbahları ve nişan denilen orta damfgaları (alametleri) vardı.
 
Cemaat veya yayalar’da orta denilen her bölükte çorbacı adında bir bölük kumandanı bulunuyordu; sekban ve ağa bölükleri’nde bu kumandana bölükbaşı denilirdi, bundan başka orta veya bölüklerin kethüda, odabaşı, vekilharç, bayrakdar, başeski denilen diğer subayları vardı.
 
Yeniçeri ocağının en büyük kumandanı yeniçeri ağası olup bundan sonra sekbanbaşı gelirdi. Ocak kethüdası veya kul kethüdası, zağarcıbaşı, sansoncubaşı, turnacıbaşı, başçavuş ve muhzır ağa derece sırasiyle ocak büyük ağalarından idiler. Bir de yeniçeri ağası ve sekban başıdan sonra ocakta en itibarlı olarak yeniçeri efendisi denilen yeniçeri ocağı katibi vardı; bu, maiyetindeki bir kalem hey’etiyle ocak defterini tutup efrad kaydiyle maaş işlerine bakardı. Bunun tayin ve azli vezir-i azama aitti.
 
Yeniçeriler maaşlarını üç ayda bir alırlardı; her orta veya bölüğe ait olarak meşin keseler içinde hazırlanan maaşın salı günü verilmesi kanundu. Maaş, arabi ayı denilen hicri senenin ayları üzerinden verilirdi. Muharrem, safer, rehiulevvel denilen ilk üç aya bu ayların başharflerinin toplanmasiyle (…) masar denilirdi. Rebiulahir, cemaziyelevvel, cemaziyelahir aylarına (…) recec ve yedinci, sekizinci, dokuzuncu aylara yani receb, şaban, ramazan aylarına (…) reşen1 ve şevval, zilkade, zilhicceden-evvelki ayın son harfiyle diğer ikisinin baş harflerinin birleşmesiyle-hasıl olan remze de (…) lezez ismi verilmişti.
 
Yeniçeriler başlarına gazi serpuşu olan ve Türkler uc bölgelerinde iken kendilerini halktan ayırd etmek için başlarına giydikleri börk adı verilen beyaz keçeden başlık giyerlerdi; börk’ün arkasında yatırıma denilen ve omuza kadar inen parça yeniçerinin ensesini ve kısmen sırtını örterdi. Yeniçeriler börklerini eğri ve zabitleri düz giyerlerdi; zabitlerin börklerinin başa giyilecek yeri sırma işlemeli olup buna üsküf derlerdi.
 
Yeniçerilerin yemekleri, orta yani bölükleri matbahında pişerdi; bunun masrafı her hafta yeniçerilerden toplanan para ile temin edilirdi; her ortanın ahçıbaşısı vardı ve bu, ocak zabitlerindendi; katil işinden başka cezası olanlar orta matbahında hapis edildiklerinden burası aynı zamanda orta veya bölüğün tevkifhânesi idi.
 
Yeniçeri ocağının bayrağı ve muzikası vardı. Ocak kendisini, XIII. yüz yılın ikinci yarısında yaşamış olan Babailer’den Hacı Bektaş-ı Veli’ye mensup sayarak onu, ocağın piri olarak tanımıştı.  Buna sebep ocağın teessüsünde Alperenlerin, Babailerin müessir olmalarıdır. O tarihlerde ve daha evvel her san’atın ve her teşekkülün bir piri olduğu kabul edildiğinden yeniçeri ocağı için de aynı an’aneye ittibâ edilmiştir.
 
Yeniçeri ocağında ilk devirlerde ok talimi (daha sonra tüfenk talimi) için bir talimhane vardı; burada ekzersizler yapılır ve talimhaneci tarafından kabza tutmak ve ok atma öğretilirdi. Yeniçeriler bu yüz yıllarda (XIV. yüzyılın son yarısıyle XV. yüzyılın ilk yarısı) ok, yay, kılıç, kalkan, kargı bıçak gibi harb aletlerini kullanırlardı. Harpte siper kazmak için kendilerine kazma kürek de verilirdi.
 
Divan toplantılarında divanın muhafazası için yeniçerilerden bir kısmı nöbetle divana gelirlerdi. Divan İçtimaının sonuna doğru bunlara saray matbağından çorba verildikten sonra kışlalarına dönerlerdi. Padişahların cülus denilen hükümdarlık tahtına oturuşlarında kapıkulu ocaklarına cülus bahşişi ismiyle bir ikramiye verildiği gibi hükümdarın ilk seferinde de yine bunlara sefer bahşişi denilen bir para verilmesi de kanundu.
 
Yeniçerilerin orta veya bölüklerinde ayrı ayrı yardım sandıkları vardı; sıkılanları az bir faizle buradan para alırlardı. Ortaların bazı masrafları da bu sandığın faiz parasından temin edilirdi; varisi olmıyan yeniçerinin terekesi bedeli mensup olduğu orta sandığına konurdu.
 
Osmanlı padişahı bizzat sefere çıktığı vakit yeniçerilerin hepsi – hastalar müstesna – birlikte giderler, yalnız kışlaların muhafazası için ihtiyar yeniçerilerden korucu ismiyle muhafız bırakırlardı. Hükümdarın kendisi sefere gitmeyip yeniçeri göndermek lazım gelse ihtiyaç nishetinde ocak büyük zabitlerinden birinin kumandasiyle yeniçeri sevkedilirdi; yeniçeri ağası mutlak surette padişahla beraber sefere giderdi. Muharebe zamanında ordunun merkez cephesinde bulunan yeniçerilerin önlerinde topçular ve onların önlerinde de azab denilen hafif yaya askerleri bulunurdu.
 
Yeniçerilerin her sene hükumet tarafından temin edilen iç çamaşırlariyle yerli çuhadan yapılmış kaputları vardı. Çuha kaputlar koyu mavi renkte olup Filordin ve Selânik tezgahlarında dokutturulurdu. İç çamaşırlarının bezleri de şimdi Yunanistan’da bulunan Tesalya’daki Tırhala ile Batı Anadolu’da Kızılca Tuzla, Edremit, Bergama, Manisa, Tire ve  İzmir mıntakalarında dokunan bezlerden tedarik edilirdi.
 
Yeniçeri ocağının en büyük kumandanı olan yeniçeri ağasının başkanlığı altında muayyen günlerde ocak ağalarının iştirakiiyle  ağa divanı kurulur ve burada ocağa ait işler görüşülürdü; ocak katibi yani yeniçeri efendisi de bu divanın üyelerindendi.
 
Yeniçeri ocağından biri terfi ederse ya kapıkulu suvari bölüklerinden yukarı ve orta bölüklere verilir veyahut tımarlı sipahi olarak çıkarılırdı. Kapıkulu süvarisi olanlara hükumet tarafından okluk, eğer bedeli ve bir de hayvan verilmesi kanundu.
 
Cebeci ocağı
 
Cebe, zırh demektir; fakat Osmanlılar bunun manasını genişletmişlerdir; bunun için bu devlette yaya askeri olan yeniçerilerin ok, yay, kalkan, kılıç, tüfenk, halta, kazma, kürek, kurşun, barut vesaire gibi ihtiyaçları olan ilet ve eşyayı yapan veya tedarik eden ocağa cebeci ocağı denilirdi. Bu ocak, yeniçerilere lazım olan harb levazımatını develerle ve katırlarla naklederek cephede yeniçerilere dağıtır ve muharebeden sonra bunları tekrar toplıyarak tamire muhtaç olanları tamir ederek silah anbarlarında muhafaza eylerdi; orta denilen müteaddit bölüklere ayrılmış olan cebeci ocağının en büyük zabiti cebecibaşı olup kendisinden sonra ocak kethüdası gelirdi. Tabii olarak ortaların bölükbaşı isimlerinde zabitleri vardı. Bu ocağa alınacak efrat, acemi ocağından tedarik edilirdi.
 
Topçu ocağı
 
Top dökmek, top mermisi yapmak ve top atmak için teşkil edilen bu ocak da Kapıkulu ocaklarının yaya kısmındandı. Osmanlı ordusunda ilk defa 1389’daki birinci Kosova muharebesinde top kullanılmıştır; topçu ocağının top döken kısmiyle top kullanan bölükleri ayrı ayrı idiler. Topların mutlak surette devlet merkezindeki imalathanede dökülmesi iktiza etmeyip çok def’a kale muhasaralarında o kale önünde top dökülürdü; nitekim II. Murad zamanındaki Mora ve Arnavutluk seferlerinde ve daha sonra İstanbul muhasarasında böylece develerle getirilen malzeme ile toplar döktürüldüğü görülüyor.
 
Topçu ocağının en büyük zabitine topçubaşı denilirdi; topçu ocağı efradı da acemi ocağından tedarik edilirdi. Topçu bölükleri muharebe zamanlarında yeniçerilerin önlerine sıralanıp buraya koydukları toplarla düşman hücumuna karşı bunları muhafaza ederdi.
 
Topların daha ziyade tekemmül ederek arabalarla nakilleri için bir de Kapıkulu ocaklarının yaya kısmından olarak top arabacıları ocağı diye bir ocak daha varsa da bunun ihdası daha sonradır.
 
Kapıkulu suvarileri
 
Osmanlıların iki buçuk asırlık muvaffakiyetli hamlelerinde yeniçeri ocağiyle beraber Kapıkulu suvarilerinin de hisseleri vardır. Bunlar sarayın Enderun kısmiyle dış saraylardaki iç oğlanları ve yeniçeri ocağından terfi edip gelen efrattan mürekkep idiler. Kanunnameye göre bu ocak, Timurtaş Paşa’nın tavsiyesiyle I. Murad zamanında sipah ve silâhdar isimleriyle iki bölük olarak teşkil edilmiş ve daha sonra bu iki bölüğe sağ ve sol ulûfeci ve sağ ve sol garipler ismi verilen dört bölük daha ilave edilmek suretiyle süvari ocağı altı bölüğe çıkarılmıştır.
 
Suvari ocağı da yeniçeriler gibi hükümdarın şahsına mahsus olup derece ve maaş itibariyle yeniçerilerden üstündü; fakat hizmet ve hükumet üzerindeki nüfuz bakımından yeniçeriler ileride idiler. Suvari ocağına gerek yeniçeri ortalarından ve gerek saraylardan efrat verildiği zaman buna, bölüğe çıkmak denilirdi. Kapıkulu suvarileri içinde XV. yüzyıl ortalarından itibaren en itibarlısı sipah bölüğü idi; ilk devirlerde buraya devlet adamlarının çocukları da alınırlardı; bu, zamanla üç yüz bölüğe ayrılmıştı; her bölükte yirmi, otuz süvari vardı ve bu sipah bölüğüne kırmızı bayrak da denilirdi. Bundan sonra silâhdar bölüği gelmekte olup bir adı da sarı bayrak’tı; Fatih Sultan Mehmed zamanına kadar bunlar sipah bölüğüne takaddüm ederlerken devlet ricali çocuklarının sipah bölüğünde bulunmalarına mebni o bölüğün birinci addedilmesi icabetmiştir. Bu bölük de zamanla iki yüz altmış bölüğe ayrılmıştı.
 
Bunlardan sonra gelen sağ ve sol ulûfecilerle sağ ve sol garip bölüklerinin yani dört bölüğün ihdası XV. yüzyılda ise de tarihi belli değildir. Bunlardan yeşil bayrak denilen sağ ulûfeciler yüzbeş, sol ulufeciler yüz bölük olup aşağı bölük denilen sağ ve sol bölükleri de yüzer bölüğe ayrılmışlardı. Ulûfecilere alınan efrat iç oğlanlarından ve gariplere alınanlar da devşirme harici olarak muharebede yararlıktan görülen diğer müslüman unsurlardan olurdu. Bu altı bölükten en yüksek yevmiyelisi sipah bölüğü olup diğerleri derece sırasiyle daha az yevmiyeli idiler.
 
Kapıkulu suvarileri hükümdarla beraber sefere giderlerken padişahın sağ ve solunda yürürlerdi. Sipah sağda, silahdarlar solda giderler, sipahın sağında sağ ulufeciler ve silahdarın solunda da sol ulufeciler yürüyüp bunların sağ ve solunda da sağ ve sol garipler yürürlerdi.
 
Sipah ve silahdarlar muharebe meydanında padişahın çadırını, ulûfeciler gerek muharebe zamanında ve gerek konak yerlerinde saltanat sancaklarını ve garipler ise ordu ağırlıklarını, hazineyi muhafaza ederlerdi.
 
Altı bölük efradı hayvan besledikleri için devlet merkezinden pek uzak olmıyarak mer’ası bol yerlerde oturmıya mecbur idiler. Bunların silahları ok, yay, kalkan, harbe, balta, pala veya hançerle eğerlerinin kayışına astıklan gaddare denilen geniş yüzlü kısa kılıç ve bozdoğan ismi verilen yuvarlak başlı ağaç topuzdu. Bellerindeki ok keselerinde okları vardı. Muharebede lüzumuna göre bu silahlardan birisini kullanırlardı.
 
Kapıkulu suvarilerini teşkil eden altı bölükten her birinin amiri olarak ayrı ayrı ağaları vardı. Sipah ağası, silahdar ağası, sağ ulûfeciler ağası. . . ilh gibi. Derece sırasiyle bunların en yükseği sipah ağası idi; her bir bölüğün de bölükbaşıları vardı. Devlet merkezi haricindeki mahallerde oturan suvarilerin mıntıka mıntaka kethüda yeri ismi verilen zabitleri bulunuyordu.
 
EYALET KUVVETLERİ
 
Timarlı süvarisi
 
Osmanlı devletinin en kuvvetli temel taşı olan ve bu imparatorluğun büyümesinde birinci derecede hizmetleri görülen topraklı veya timarlı suvari teşkilâtını, ıktâ denilen timar sistemi meydana getirmişti ki bunu Osmanlılardan evvel diğer İslam – Türk devletlerinde de görmekteyiz. Timarlı sipahi veya suvarinin hizmet mukabili reâyadan almış olduğu öşür ve resme dirlik ve sipahinin kendisine de Sahib-i arz denilirdi.
 
Osmanlı devleti, diğer Türk devletlerinde olduğu gibi yaptığı fütuhatta bu timar usulünü tatbik ile bunu tekemmül ettirmiş ve bu suretle dirlik sahipleri kendilerine bırakılmış olan bu maişet mukabili devletin muhafazasını üzerlerine almışlardır.
 
Timarlı veya topraklı suvarilerin senelik gelirleri hizmet ve kıdemlerine, yararlıklariyle elde ettikleri zamlara göre bin akçeden başlıyarak 19,999 akçeye kadar olurdu; bu son miktardan fazla timar olmazdı. Yirmi bin akçeden yüz bin akçeye kadar olan dirliğe zeamet ve bundan yukarı olana da has denilirdi.
 
Gerek timarlı sipahiler ve gerek diğer dirlik sahiplerine tahsis edilip devletçe tesbit edilmiş olan senelik öşür ve rüsum hazineye alınmıyarak kendilerine terk edilmişti; yani bu dirlik sahibleri kendilerine terk edilen köylerin bu öşür ve resimlerini bizzat veya bilvasıta tahsil ederek buna mukabil askeri vazife görürler ve sefere giderlerdi; yani devlet reaya denilen köylü halktan her sene alacağı öşür ve resimleri bizzat kendisi tahsil etmiyerek onu askeri hizmete mukabil timarlı sipahiye tahsis etmişti. Tımarlı sipahi aldığı bu öşür ve resme mukabil muharebe zamanında timarının az veya çokluğuna göre ya yalnız veyahut cebeli denilen teçhizatı mükemmel bir veya birkaç süvari ile beraber sefere giderdi. Timarlı sipahinin kaç bin akçede bir cebeli götüreceği mıntakasına göre kanunla tasrih edilmişti. Cebelinin bütün masrafı efendisi olan timarlı sipahiye aitti; mazeretsiz sefere gitmiyen sipahinin dirliği elinden alınır, hizmeti görülenlerin dirliğine de zam yapılırdı. Sipahinin kendi mıntakası yani sancağı dahilinde oturması kanundu. Vefat eden tımarlı sipahinin timarının bir kısmı eğer varsa erkek evladına verilir, eğer oğlu yoksa hu münhal timara  alay beyi denilen o mıntakanın en büyük timarlı zabitinin inhasile yine askeri sınıfından bir münasibi tayin edilirdi.
 
Timarlı sipahiler her sancakta bir takım bölüklere ayrılmışlardı; her bölüğün subaşı denilen çeri başıları ile bayrakdar ve çavuşları vardı; her on bölük bir alay beyinin kumandası altında idi. Alay beyleri bir harb vukuunda mıntakasındaki sancak beylerinin ve onlar da Çelebi Sultan denilen şehzadelerin veya beylerbeyilerin kumandaları altında sefere giderlerdi; sipahilerin onda biri sefer esnasında hem mıntakalarının muhafazası ve asayişin temini ve hem de sefere giden arkadaşlarının işlerinin tesviyesi için nöbetle memlekette kalarak toprağın işletilmesine nezaret ederlerdi. Sefere giden sipahilerin o kış harb sahasında kalmaları icabederse bunların içlerinden bazıları harçlikçı namiyle memleketlerine gelerek arkadaşlarının harçlıklarını tedarik edip dönerlerdi.
 
Timarın, timarlı sipahinin şahsına ait olarak, kılıç timar, eşkinci timarı, benevbet timar, mülk timar ve mustahfız timarı gibi nevileri varsa da bunları kitabımızın ikinci cildinde göstereceğiz. Timar derecesinden bir derece yüksek olan ve alaybeği ve saire gibi yüksek subay ve kalem erbabına tahsis edilen zeamet hakkındaki muamele de timara benzemekte ise de aralarında bazı farklar vardır; bunu da aynı ciltte tekrarlıyacağımız timar teşkilatiyle beraber gözden geçireceğiz.
 
Azab’lar
 
Azab (Azeb) bekar demektir. Bunlar, Anadolu’dan toplanmış muharebeye yarar, dinç, kuvvetli, bekâr Türk gençleridir. Azablar, Osmanlı ordusunun hafif yaya askerlerini teşkil ederlerdi. Bunların masraf ve iaşeleri toplandıkları yerlerin halkına aitti. Ok, yay ve pala ile mücehhez idiler; ihtiyaca göre yirmi, otuz hanede bir azab alınırdı; bu, tarihini yazdığımız devirlerde mevcutları takriben on beş yirmi bin kadardı.
 
Azablar muharebede merkez ordusunun önünde bulunup ilk hücuma maruz idiler; bunların gerisinde toplar ve onların arkasında da yeniçeriler dururlardı. Harb başladığı zaman azablar, sağa ve sola açılarak topçunun ateş etmesini temin ederlerdi. Bu azablardan başka bir de deniz ve kale azabları varsa da onlar, daha sonraki tarihlerde teşkil edilmişlerdi.
 
Akıncılar
 
Türklerden teşkil edilmiş hafif suvari kuvvetleridir; akıncılar, serhad denilen uçlarda bulunup mükemmel teşkilâta tabi idiler. İlk defa düşman memleketine yapılan akın ve elde edilen esirlerle o memleket hakkında malûmat elde edilir ve sonra bu, yerleşme mahiyetini alırdı.
 
Akıncıların başlıca vazifeleri ordunun keşif hizmetini görmek, düşman topraklarındaki araziyi keşfederek orduya yol açmak, bu suretle düşmanın pusu kurmasına mani olmak, ordunun geçeceği yerlerdeki mahsulatı muhafaza eylemek, esir alarak vaziyeti öğrenmek, nehirlerin geçitlerini tayin ile köprü kurmaktı. Bundan dolayı akıncılar ordu kısm-ı küllisinden dört beş gün daha ileride bulunurlardı. Bunlar şimdiki motorize kıt’alar gibi o zamana göre pek seri hareket eylediklerinden dolayı halkın kuvve-i mâneviyyeleri üzerinde mühim tesir bırakarak ortalığı sindirirlerdi. Akıncılar, canları bahasına yapdıkları bu akınlarda çok ganimet malı alırlardı.
 
Osmanlı akıncıları muhtelif mıntakalarda bulunup her birinin bir akıncı kumandanı vardı. Akıncılardan bin kişinin kumandanına binbaşı, yüz neferin kumandanına yüzbaşı ve on neferinkine de onbaşı denilirdi. Yukarıda söylediğimiz gibi bunların hepsinin üstünde de akıncı beyi denilen akıncı kumandanı vardı ve buna akıncı sancak beyi de denilirdi.
 
Düşman ülkesine karşı yapılan bir akının, akın adını alabilmesi için o taarruzun mutlak surette akıncı kumandanlarının emrinde olması lazımdı; eğer akıncı kumandanı kendisi gitmez ve akına gönderdiği kuvvet yüz ve yüzden fazla olursa o akına haramilik ve yüz kişiden aşağı olursa ona da çete denilirdi.
 
Akıncıların, mıntaka mıntaka kimin akıncıları olduklarını, isim ve hüviyetlerini gösteren defterleri vardı. Akıncılar tımarlı ve vergilerden muaf olmak üzere iki sınıf idiler.
 
Akıncılar, Rumeli’de ayrı ayrı ocak halinde ve muhtelif mıntakalarda bulunurlar ve kumandanlarının isimlerile anılırlardı. Osmanlıların ilk istila zamanlarında Evrenuz Bey akıncıları vardı; daha sonra istila nisbetinde hudutlarda Mihaloğulları, Turahan Bey ve Malkoç Bey akıncıları meydana çıkmış olup bunlar Mihallı, Turahanlı, Malkaçoğlu akıncıları diye XVI. Yüzyıl sonlarına kadar şöhretlerini muhafaza etmişler ve Osmanlı fütuhatında pek mühim hizmet görmüşlerdir.

Dipnotlar

1 Osmanlı tarihleri ile onlara bakarak bir kısım ecnebi tarihçiler bu vezir Alaüddin Paşa ile Osman Gazi’nin oğlu Alaüddin Beyi bir birine karıştırmışlar ve Orhan Bey zamanında yapılan ilk devlet teşkilatını bu şehzadeye atfetmişlerdir; halbuki Orhan’ın ilk zamanlarında Hacı Kemaleddin Paşa oğlu Vezir Alaüddin Paşa vardır ve yapılan işler buna ve beraber çalıştığı Çandarlı (Cendereli) Kara Halil’e aittir. Şehzadenin ismi vesikalarda Alaüddin Bey diye geçmektedir.

2 Çiftlik denilen yerler, toprağın kuvvetli ve zayıf oluşuna göre üç kısma ayrılmıştı. Münbit toprağın seksen dönümü, orta derecedekilerin yüz dönümü ve kuvveti az olan toprakların ise yüz elli dönümü bir çiftlik itibar olunmuştur.
3 Harb esirlerinden beşte birinin padişah için alınması tekarrür edince çok yekûn tuttu “Cendereli Hayreddin Paşa eyitti bunları Türke verelim hem Müslüman olsunlar hem Türkçe öğrensünler sonra getirelim yeniçeri olsunlar. Pes öyle idüp yeniçeri ziyade oldu” (Neşri, s. 198).
4 Recep ve Şaban aylarının baş harfleriyle Ramazanın sonundaki nun harfinin birleşmesiyle reşen remzi hasıl olmuştur.


Kaynak: OSMANLI TARİHİ I. Cilt (Osmanlı Devleti’nin Kuruluşundan İstanbul’un Fethine Kadar), İ. Hakkı UZUNÇARŞILI, ss 507-518

 

PAYLAŞ : Email Facebook Google Twitter